F. İnci AYAN BİROL*
Bilindiği gibi medeniyetlerin uzun ömürlü olması, ilerleyen bilim ve teknolojinin yanında, millî kültüre sahip çıkmakla mümkündür. Sanat ise kültürün atar damarı, medeniyetin temel taşıdır. İnsanlık ulaştığı değerleri, sanat vasıtasıyla gözler önüne sererek medeniyetlere hayat ve güç kazandırır. Çünkü hiçbir şey, bir milletin sanatı kadar o milletin ruhunu, ideallerini, mazisini -tek kelimeyle medeniyetini- ifade edemez. Bu bakımdan sanata, her devirde ve konuda ihtiyaç duyulmuştur.
Bu niteliğinden dolayı sanat, en etkili iletişim aracı ve anlatış üslubu olup, başlı başına güçlü bir dildir. Anlatılan sanatkârın iç ve dış dünyasıdır. Sanatkâr, yaşadığı dünyayı gönül gözü ile seyrederken hissettiklerinden, düşüncelerinden veya hayatında iz bırakan olaylardan zihnine sıçrayan bir kıvılcımla gönlünü tutuşturur; âdeta sahibini esir alır. Bu coşku içinde başlayan çalışma gönül ateşinde pişerek olgunlaşır ve neticede sanat eseri olarak topluma sunulur.
Çünkü sanatkâr, içinde bulunduğu duygu yoğunluğunu paylaşmak ihtiyacı duyar. Bu arzusunun ilk muhatabı, gene bizzat kendisidir. Bu bir kabz (sıkıntı) hâlidir; tıpkı doğum sancısı çeken bir anne adayının durumu gibi. Sanatkâr da eserini eline alıncaya kadar tatlı bir bekleyiş ve sancılı bir devre yaşar. Sonunda duygularını dizginleyerek büyük bir istek ve heyecan içinde engelleri aşıp, eserine kavuşur. Böylece zihinde başlayan bu tanışma gönlün, yeteneklerin, aklın ve bilginin iştirakı ile şekillenerek taslak hâlinde kâğıda aktarılır. Demlenme süresinde son şeklini alıncaya kadar olgunlaşmayı sürdürür ve işlenerek eser hâlini alır. Kalbî olduğu kadar bedenî de hissedilen bu tatlı yorgunluk, eserine kavuşan sanatkârı rahatlatmıştır. İşte bu da bir bast (rahatlama) hâlidir.
*Emekli Dr., Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Geleneksel Türk Sanatları Bölümü