Mustafa ARMAĞAN*

Ey Allah’ım! Gözlerimizi cehalet perdesinden kurtar ve bize eşyanın mahiyetini göster. Şu görünen âlemi, senin güzelliğini yansıtan bir ayna kıl; bizi senden alıp götüren bir örtüye çevirme.

Molla Câmi (Levâih) 

“İslam’da kültür ve sanat”ın hakiki önemini, kapsamını ve yerini belirleyebilmek için öncelikle İslam’ın etrafındaki yoğun toz bulutunu ortadan kaldırmak gerekmektedir. Ancak bu başarıldıktan sonradır ki İslam’ın tarih içerisinde ve yayıldığı üç kıtada (Asya, Afrika ve Avrupa’da) örnekleriyle ortaya koyup geliştirdiği derinlik, zenginlik ve güzellik zemini üzerinde sağlıklı bir gezinti yapılabilir. Bunun için yazımızın ilk bölümünde İslam’ın ilke düzeyinde diğer kültürlerden, özellikle de Batı’dan farkını belirleyecek, geri kalan kısmında ise bu “fark”ın tarih içindeki işlenişinden ne tür ürünler vücuda getirildiğini inceleyeceğiz. Bir başka deyişle yaklaşımımızı, önce İslam’a mahsus çizginin negatif yoldan giderek belirginleştirilmesi, ardından da bu çizginin katlarının tarih içindeki açılmasının incelenmesi şeklinde özetleyebiliriz. Şu hâlde İslam’ı diğer dinlerden ve dinî kültürlerden ayırt eden taraflar nelerdi? diye sorarak ilk adımımızı atabiliriz. Bu sorunun cevaplanmasından önce sorunun etrafını çeviren bir duvarı yıkmak şarttır: Oryantalizm duvarı… Oryantalist yanılgı pek çoğumuzun diline ve maalesef beynine de sinmiş bulunan İslam’ın Moğolların Bağdat’ı istilasıyla (veya Selçukluların İslam dünyasına girişiyle) birlikte gerilemeye başladığı tezi, yanlış olarak İbn Haldûn’a atfedilen bir tarih şematizmine dayanmaktadır. Buna göre devletler, yaklaşık iki yüz yıllık bir ömre sahiptir. Önce çocukluk, gençlik ve orta yaş dönemlerini idrak eden devletler, lüks ve zenginliğin artmasıyla yaşlanmaya başlamış ve sonunda mukadder akıbete, yani ölüme muhatap olmuşlardır. Bu noktadan hareketle, İslam’ın ilk dönemlerindeki gençlik aşısının sonraki devirlerdeki gerileme sürecinde ortadan kalktığı ve Moğol istilasıyla içindeki yenilenme aşkını ve şevkini kaybettiği tezi gündeme getirilmekte, daha da üzücü olanı bu tez, Müslümanlar tarafından dahi bir veri olarak kabul edilmektedir. Oysa bu iddianın Batılı sahipleri, Avrupa’nın Yunandan Roma’ya, oradan da Rönesans dönemine intikal ederken kendini nasıl yenilemeyi başardığını, yani iki ölü medeniyetten nasıl bir üçüncünün çıktığını zikretmeyi unutmuş görünmektedirler. Peki “Hristiyan Batı” bunu yapmayı başardıysa, aynı şey İslam için neden geçerli olmasın? Nesi eksiktir İslamiyet’in? Üstelik de İslam medeniyeti, asırlar öncesinde unutulmuş, toprak altında kalmış bir Yunan veya Roma medeniyeti değilken ve şöyle veya böyle yaşayan bir medeniyet iken bunların ileri sürülmesi iyice abes kaçmaktadır. Bu bakımdan İslamiyet’in 1258’den beri gerileme hâlinde olduğu ve bir türlü bu ters talihinden kurtulamadığı tezini ciddiye almak yerine, medeniyetler tarihine “farklı meydan okumalara verilen cevaplar” şeklinde özetlenebilecek olan Arnold Toynbee’nin yorumunu geliştirerek bakmak daha yararlı olacaktır. 16. yüzyıldan itibaren “Selçuklu gerilemesi” tezi, Avrupa’da Osmanlılara da tatbik edilmiş ve Osmanlı Devleti’nin ve kültürünün de Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren duraklamaya ve gerilemeye başladığı tezine – öncelikle siyasi propaganda maksadıyla– sarılınmıştır. Ne gariptir ki, bu “tez”, o kadar bol ve sık tekrarlanmaktadır ki zaman zaman bir “tez” olduğu unutulmakta ve “gerçek” in resmi yerine ikame edilmektedir. Oysa siyasi sınırların ilerlemesi ve gerilemesiyle medeniyetlerin ilerleme ve gerileme ritmi arasında zorunlu bir paralellik kurulamaz. Veya imanla da açıklanamaz ilerleme ve gerileme. Bu, imanı olunca savaşları kazanan, imanı zayıflayınca kaybetmeye başlayan imanın skora endekslenmesi gibi garip ve İslami olmayan bir durumdur. Başarı imanın tek ölçüsü durumuna gelir ki, başarının da başarısızlığın da kendi şartlarında değerlendirilmesi gerektiğini bize öğreten Uhud- Bedir denklemini anlayamaz duruma geliriz.

Öyleyse Kanuni’den sonra “gerileme” hâlinde olduğumuz tezinin tabii sonucunda, “bizim” gerileyen bir tarih süreci içinden geldiğimiz, oysa “Batı”nın ilerleyen tarihin içinden çıktığı, dolayısıyla da galip bir medeniyet adına konuştuğu gibi, elimizi kolumuzu bağlayan bir tablo çıkar karşımıza. Boynumuzdaki geri kalmışlık yaftasının yeni bir versiyonundan başka bir şey değildir bu. Medeniyetleri içinde bulundukları fiziki, sosyal ve kültürel vasatlarının meydan okumalarına verdikleri cevaplarla değerlendirmek daha dinamik ve doyurucu bir tarih yorumuna götürecektir bizi. Veya medeniyetlerin dalgalanmalar hâlinde, inişler ve çıkışlar şeklinde Sorokin’in ileri sürdüğü tezini kendimize daha yakın bulabiliriz. Ama galiba en uygun yorum, yine bizim tarihimizden bir düşünürün, İbn Haldûn’un yorumudur. İbn Haldûn, hiçbir ilerlemenin ve gerilemenin mutlak olmadığını bilecek kadar bilgedir. Yozlaşan, çürüyen ve kokuşan her medeniyet, bu medeniyetin marjında bulunan nefesi açık gruplar tarafından yenilenir ve bu defa yeni bir çevrim başlar. Zira İbn Haldûn’a göre medeniyet bilimi diyebileceğimiz “ilm-i umran”, insanlık tarihindeki köklü dönüşümlerin kayda geçmiş ve yorumlanmış hâlidir. Tarihe bu dinamik etkileşimler zinciri içinden bakmamak ve onun içinde ortaya çıkmış bazı olgu ve faktörleri tarih dışı bir kılığa büründürmek, bizi gerçeklikten uzaklaştıracaktır. Hâlbuki İslamiyet, insanı hakikatle yüzleştirmek için yola çıkmış değil midir? Öyleyse oryantalist yanılgılardan kurtulmak için geçmişe, bugüne ve geleceğe iyice bakmak gerekir. Gerilemeci bir tarih içinden gelenler, gerçekten de geri bir tarih seviyesinden bakarlar kendilerine çünkü. Burada konumuza giriş olması bakımından İslam’ın getirdiği sosyal ve kültürel çerçeveyi hakkıyla anlatabilmek için onu, Hristiyanlığın “ıstırap” merkezli atmosferiyle kıyaslamak bir fikir verebilir.

*Araştırmacı-Yazar, İstanbul, ORCID: 0000-0001-5443-6203